Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Karagöz

GÖKÇE’N

— Yahu dikkat etsene be kadın. Ayaklarına dolandırdın ipleri.
— Ben ne yapayım be adam! İyice telaşlandı hayvan, üç aydır dışarı çıkmamış, gün yüzü görmemiş ki!
— Tutamıyorum. Bir şey getir yem falan verelim, kaçıp gidecek şimdi dağdan bayırdan, kıracak ayaklarını. Eyvah, eyvah.!
— Yavrusunu getireyim, önce onu bağlayalım kamyonete, buzağıyı getiriyorum.
Beton zemine düşen bakır kaselerin çıkardığı zangır zangır gürültülerin rahatsız edici sesleri gibi sabahın ışıldayan sessizliğinin içinde yayılan bu bağrış çağrış da neydi böyle? Gökçen, yattığı yerden aniden doğrulup perdesini araladı, dışarı baktı. Komşuları yaylaya çıkma hazırlığı yapmış, kamyonete eşyaları yüklemişlerdi. Son olarak hayvanlarını,yaşlı bir inek ve buzağısını kamyonete çıkarmaya çalışıyorlardı. Sabahın ilk saatlerinde köy ortasında kopan kıyametin nedeni buydu demek.
Gökçen’in anne babası da kopan gürültülere koşmuş, hayli korkmuş hayvanları kamyonete bağlamak için canla başla komşularına yardım ediyorlardı.
Önce buzağıyı sonra da yaşlı ineği zor bela araca bağladılar. Kamyonetin kapısını da sıkı sıkıya kapattılar. Kapının iyice kapandığından emin olmak gerekiyordu. Yayla yolları dik ve dolambaçlı yollardı. Kamyonette yaklaşık bir saat hoplaya zıplaya yapacakları bir yolculuk onları bekliyordu.
–Allah razı olsun Muhtarım, sen olmasaydın bu hayvanları mümkün değil zaptedemezdik. Çıkıp giderlerdi burdan, izlerini bile bulamazdık. Allah sizlerden razı olsun Muhtarım.
— Ne demek komşuluk öldü mü ya? Komşuluk görevimiz bir yerde. İnşallah selametle varırsınız yaylaya. Bakın bakalım yaylalar şenlik mi? Haber verin bana da.
— Elbette Muhtarım, varınca arayacağım. Allah’a ısmarladık!
Gökçen olan biteni köy yoluna bakan pencerenin ardından meraklı gözlerle izlemişti. Kamyonetin arkasından el sallayıp komşuların arkalarından döktükleri suya kadar anne ve babasını seyretti. Çiçekli tülü çekip odanın penceresini açtı. İçeriye dolan tertemiz hava ile birlikte gün de yeniden aydınlandı.
Yayla zamanı gelmişti. Köyün en güzel olduğu zamanlar da gelmişti ama bütün kışı ahırda geçiren hayvanları da düşünmek gerekiyordu. Geniş, yeşil meralarda serbestçe otlamak, keyifli keyifli gezinmek hayvanların doğasında vardı. Yöre insanı kendisinden çok hayvanlarını, bağını bahçesini düşünürdü. Hayvancılık zahmetli ama bir o kadar da keyifli bir uğraş olduğundan köyde hemen herkes köy işlerinden saatlerce yakınır, aynı zamanda da bu işleri yapmaktan asla geri durmazlardı. Çoğu köy sakini yaz gelince köy hayatına nazaran daha zor şartları olan yaylalara mevsimlik göç ederler ve yayla kültürünü de bu sayede devam ettirmiş olurlardı.
— Bey, biz de yayla hazırlıklarına başlayalım bir an önce. Hayvanlar bu sıcaklarda ahırda durmasınlar, dilsiz hayvanlar!
— Peki Hanım, hafta sonu çıkarız yaylaya. O zamana kadar da yavaş yavaş toparlanırız.
Konuşmaları duyan Gökçen valizini hazırlamaya başlamıştı bile. Yaylada geçireceği günler için sabırsızlanıyordu. Orada okumak için bolca zamanı olacağını bildiğinden önce kitaplarını koliledi. Yaylanın uçsuz bucaksız manzarası eşliğinde kitapların sihirli dünyalarının kapıları sonsuza dek açılacaktı ona. Daha sonra kıyafetlerini yerleştirmeye başladı valizine. Temmuz ayında oldukları halde valizine en kışlık montunu yerleştirdi ilkin. Yaylalarda temmuz deyince sis, duman, kar hepsini görmek olasıydı. 2400 metre rakımı olan bir yerdi Çağrankaya Yaylası. Sadece mont mu? Kışlık bot, atkı, bere hepsini almak gerekiyordu. Yaz kış iç içe yaşanırdı yaylalarda.
— Babacım, daha iki koca gün var yaylaya gitmek için, nasıl geçecek bu iki gün, sabırsızlanıyorum.
— ”Gün dediğin nedir ki?” dedi babası Gökçe’ne. Ömürden düşen bir kuru yaprak. Aha geldik, gidiyoruz. Günler su gibi akıp gidecek kızım,günlere aldanma.
Gökçe’n bir an için duraksadı fakat babasının yürek acılarını bildiğinden daha bir şey diyemedi. Sustu sadece, yüzünü çevirdi, üzüntüsünü gizlemek istercesine.Muhtar Mustafa derlerdi, köylüler tarafından sevilen, sayılan bir adamdı babası. Tek oğlu Gökçe, arı sokması nedeniyle fenalaşıp kollarına yığılmış bir daha gözlerini açamamıştı. Bir yıl sonra da Gökçe’ni almıştı kollarına. “Gökyüzü gibi güzel” anlamında Gökçe’n ismini vermişti kızına. Gökçe’nin anısına.

Sabahın göz kamaştıran ilk ışıkları; ahşap yapılı, küçük pencereden içeri süzülerek Gökçe’nin gece renkli, simsiyah saçlarının üzerinde yıldızlar gibi parıldıyordu. İpek bir tülü andıran upuzun, iri dalgalı siyah saçları boynunu açık bırakacak şekilde yastığının üzerinden sırtına doğru dökülüyordu.

Pencerenin önünde yer alan çalışma masasının üzeri dağınık, kulplu çay bardağı ise dün geceden pencerenin kenarında unutulmuştu. Gündüzün telaşı ve koşuşturması bittiğinde gecenin uzayan saatleri başlar, kitapların içinde yaşayan onlarca karakter bu küçük odayı şenlendirirdi. Saatlerce uzayan sohbetler edilir, bir ömrün yetmeyeceği binlerce tecrübe, bilgelik bir gecede kazanılırdı kitapların tozlu sayfalarının içinde. Okunan her kitap yaşanan bir ömür demekti.

Aylardır kilitli olan yayla evinin giriş kapısı kulplu demir anahtarla gıcırdayarak açıldı. Karanlık evin demir vurulmuş pencereleri, sisle örtülü soğuk havada kapıdan sızan cılız ışıkla aydınlanıyordu. İlk iş pencereler açıldı. Odanın ortasında duran sobanın yakılması için bir an önce soba borularının ve bacanın temizliğinin yapılması gerekiyordu. Burada tek teselli ateşin daha önce bulunmuş olmasıydı. Gerekli temizlikler yapıldıktan sonra evlerin bacalarından çıkan simsiyah dumanlar, yoğun sis içinde kaybolup bulanık gökyüzünün kül rengi bulutlarına doğru yükseliyordu. Karakış, dağların heybetinin üzerinde mesken tutan göçebe ruha sahip bu insanları keskin ve karşı konulmaz ayazıyla daha kapıda karşılamıştı.

— Bir sabahki havaya bak, bir de şimdiki havaya? Kurban olduğum Allah’ım, bize bunu mu reva gördün?

— Tövbe de Bey, tövbe. O nasıl söz öyle. Her sene aynı buralar sanki ilk defa mı yayla görüyorsun?

— Tövbe estağfurullaahh! Hanım, ben de biliyorum yayla havasını, bu havaların bir günü bir gününe uymaz. Öyle söyleniyorum kendi kendime.

Gökçe’n ailesinin atışıp durmalarını duymazlıktan gelirdi. Her zaman yaşanan sıradan atışmalardı bunlar. ”Bu insanlar sağır mı, neden bağırarak konuşuyorlar?” diye düşünebilirsiniz. Kırsalda bağıra çağıra konuşmak yaşanılan coğrafya ile ilgili bir durumdu. Karadeniz’in dağlık ve yamaçlı arazi yapısından dolayı yerleşim haneleri de birbirinden uzak mesafelerde bulunuyordu. Köylerdeki bu dağınık yerleşim nedeniyle insanlar birbirlerine seslerini duyurabilmek için bağırarak iletişim kurmak zorunda kalıyorlardı. Yine ıslık çalarak, havaya ateş ederek kurulan farklı iletişim şekilleri de yalnızca yöre insanına özgü iletişim şekilleriydi.
Yayla yerleşimleri geniş düzlüklere kuruludur. Haneler köydeki yerleşimlerin aksine birbirine oldukça yakındır. Hatta bu durum yayla sakinlerinin bitmek bilmeyen sınır tartışmalarına neden olur. Yayla sakinleri sadece bir taş yerinden oynadı diye kıyametleri koparır, ortalık karışırdı. Mülkiyet yaylalarda toprağını bekleyenlerin, her sene yayla zamanı geldiğinde evini, kapısını şenlendirenlerindir. Yıllarca kapısına kilit vurup şehirde yaşayan kimsenin, yıllar sonra ”Bu ev benim, baba ocağım!” deyip çıkıp gelmesi yayla sakinleri açısından çok da bir şey ifade etmezdi. Bunlar kırsalda hemen herkesin bildiği yazılı olmayan kurallardı.

Kar Sıcaktı/Selen Karagöz

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER